17 Temmuz 2017 Pazartesi

Bir Zamanlar Göksun - Saray sineması

Saray Sinema'sı balkonu. En sağ alt köşede oturan sinema sahibi Faik Yalçın
Salonu ve locaları tahta sandalyeli, balkonu yumuşak sinema koltuklu ve son sıra duvarı dayalı otobüsten sökülme turizm kokan koltuklarıyla Saray sineması, yıllarca kasabanın tek kültür merkezi oldu. Ayrıca düğün salonu olarak da yıllarca hizmet verdi.
Kasabanın ilk sineması cadde üzerindeki Büyük Sinemaydı. Yerli yabancı filmler oynatır, avantür filmlerin çıkışında artistlere özenir ufak tefek kavgalar da yapardık. Bu sinemayı görmeden birkaç yıl önce namını duymuştum. Kasabaya yakın bir köyde öğretmenlik yapan babam, ilk okul dört ve beşinci sınıf öğrencilerini bu sinemaya getirmişti. Fakat film gösterim esnasında ufak bir deprem olmuş, sinemanın asma makinist katı ve onu taşıyan duvar göçmüştü. Makinistten başka yaralanan olmamıştı. Bu olayı köye dönen öğrenciler heyecanla anlatıyorlardı. Takip eden günler içinde bu defa sinema ilkokul çocuklarının ayağına geldi. Gösterilecek filme köydeki yetişkinler de davetliydi. Ben de filmi izlemek için okuldaki en büyük sınıfta yerimi aldım. Ancak fazla izleyemedim. Filmde hastalar, doktorlar, iğne yapılan insanlar, yataklarda hastalar ve mezarlıklar vardı. Korkup dışarı kaçtım, film hiç bana göre değildi. Çünkü Türkiye’de yer yer kolera olayları görüldüğü için, koleradan korunma yollarını anlatan belgeseldi bu. Devlet bu filmleri hazırlatmış, köy köy kasaba kasaba vatandaşa gösteriyordu.
Neyse ki kasabaya taşındığımızda farklı film izleme lüksüne kavuşmuş olduk. Siyah beyaz başlayan DYO’nun reklam çizgi filmi beni büyülemişti. Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu filmi bütün kasaba çocuklarını coşturmuştu. Malkoçoğlu zindana atılmıştır, biri ona yiyecek ekmek uzatır. Sinemadaki çocuklar hep bir ağızdan bağırır: “Çerkez kömbesi”. Sonra Malkoçoğlu mızrakları tek tek kuleye saplıyor ve taklalar atarak surlara çıkıyordu. En çok sevdiğimiz artist, en çok takla atandı. Yılmaz Köksal, İrfan Atasoy, Levent Çakır favorilerimizdendi.
Kasabada taşındığımız ev Saray Sineması’nın yanındaydı. Ben ne zaman film oynayacak diye beklerken bir pazar günü sinemadan gelen davul sesini duyduk. Beraber oynadığımız arkadaşlarım “Düğün var, gidelim” diyerek sinemadan içeri daldık. Sinemanın duvarları üç sıra asılmış afişlerle doluydu. Bunlar sinema kapanmadan önce asılıp toplanmayan afişlerdi. Bunların hemen hepsi eski ve elle hazırlanan afişlerdi. Ben büyük bir heyecanla afişleri incelemeye başladım. Çizim oldukları için daha da ilgimi çekmişti. Aklımda kalan afiş eli silahlı maskeli adam ve fonda patlayan teknenin bulunduğu sarı kırmızı afişti.
Ayakta soyda Hayri ve Feyzi, oturan makinist Yasin (Topal), Kör Yılmaz.
Büyük Sinema'nın çalışanları.
Yine sokakta olduğumuz bir gün Büyük Sinema’nın kapandığını, Saray Sineması’nın açılacağını duyduk. Büyük Sinema’nın sandalyeleri Saray Sineması’na taşınacak, taşıyanlar da akşam bedava film izleyecekti.  Abimle birlikte mahallenin bütün çocukları kolları sıvadık ve azimle sandalyeleri taşıma işine giriştik. İşlem bitince bize birer bilet verildi, “akşam gelin, sinemaya girin” denildi. Akşam olup da sinema vakti gelince abimle beraber sinemaya gittik. Biletçi Feyzi abi, babamın arkadaşı ve bizi tanıyor. Abim biletleri Feyzi abiye uzattı: ”Feyzi abi biz sandalye taşıdık” dedi. Demez olaydı, Feyzi abi bizi bulunduğu bölüme davet etti. Girdik yanına o yerinden kalktı bir tane abime, bir tane de bana çaktı: “Ulan Hikmet abinin çocukları sandalyemi taşır, bir daha duymayayım” dedi. Biz şişmiş yanaklarla Saray Sineması’ndaki ilk filmimizi izledik.
Sinemanın makinisti Büyük Sinema’dan transfer edilmişti. Nam-ı değer: “Topal”. Büyük Sinema depreminde, çöken makinist dairesinde enkaz altında kalıp bacağı kırılmış ve tedavi görmüş, ancak topal kalmıştı. Sinema makinistliği sabır işiydi. Çünkü kasabaya gelen filmler genellikle eski ve yıpranmış olduğu için sık sık kopardı. Koptuğu anda bütün sinema ıslık, küfür, “Topal ayağın mı kaydı” nidalarıyla inlerdi. Topal makinist bu işi sinema sahibinin çocuklarına devredene kadar sabırla sürdürdü.
 Hafta sonları öğlen matinesinde sinemanın önü filme giren ve girmeyen genç ve çocuklarla dolardı. Nedendir bilmiyorum sinemaya girenlere bakma gibi bir zevkleri vardı. Sinemada bayanların yeri balkondu. Salonda duvar dibine sıralanan gençler filmin öncesi ve film arasında balkondaki kızları keserlerdi. Çocuklar ellerinde ay çekirdekleri dolu kağıt külahlardaki çekirdekleri çıtlatıp, kabuklarını yerlere püskürtür, sinema salonunun tabanını görünmez hale getirirlerdi. Hainlere topluca “yuh” çekilirdi, kahramanın genç kızı kurtarmaya gelişi ıslıklarla, alkışlarla karşılanırdı. Öpücüklü sahnelerde gençler ah, oh çekerlerdi.

Solda önde duran Kudret Karadağ, Göksun'lu sinemaseverlerin Mustafa'sı,
dayak yerken bile alkış alırdı. En sağda Erol Taş, Ramon rolünde.
Sinemada gösterilen filmlerin biz mahalle çocuklarının oyun tarzlarına etkisi büyüktü. Erol Taş Maskeli Beşler filminde Meksikalı Ramon rolündeydi. Karakter mahallemiz çocuk topluluğunda hemen tuttu. Sinemacının oğlu Faik, Ramon karakterine sahip çıktı. Mahallenin duvarlarında “R” harfi görmeye başladık. Bu Ramon’un işaretiydi, sinemanın balkonuna bile tebeşirle Ramon yazmıştı. Filmlerdeki başrol oyuncusunun yanındaki komik karakterler de çok tutulurdu. Yan tipler genellikle komiklik yaptıkları için, bizim kasabanın çocukları onlara “Geveze” derdi. Oyun sırasında Cüneyt Arkın, Tamer Yiğit, Yılmaz Köksal olan çocukların arasından “Ben geveziyem” diyen tiplerde çıkar, komiklik yapmaya çalışırlardı. Savaş filmleri bizi çok etkilerdi. Ara sıra başka mahallenin çocuklarına savaş ilan edilirdi. Elde tahta kılıçlar, uzun sopalar mızrak sokak aralarında kovalamacalar başlardı. Bizim sinema civarı çocuklarının aşağı mahalleye savaş ilan ettiği gün, tahta kılıçlı askerler ortalıkta koşturmaya başlamıştı. Aşağı mahallenin çocukları eski postane civarına kadar gelip abimi esir almışlardı. İki çocuk ellerinde uzun sopaları mızrak gibi tutup, diğer elleriyle abimin kollarından tutup götürüyorlardı. Ben uçaraktan annemin misafir olduğu eve gittim. “Anne abimi esir aldılar, götürüyorlar” diye bağırdım. Annem dışarı fırladı, uzaktan abimi götürenlere seslendi: “Çabuk bırakın onu”. Çocuklar saf saf cevap verdiler: “Teyze biz savaştayız, bu esirimiz”. “Savaş mavaş anlamam çabuk bırakın onu” diye azarlayınca çocuklar abimi bırakıvermişlerdi.
Ah o kovboy filmleri, bizleri mest ederdi. Naylondan yapılma, uzun namlulu su sıkan kovboy tabancalarımız vardı. Kovboy kemerimiz yoktu, tabancaları göbekten içeri pantolonumuza sokardık. Topuklarımızı yere vura vura at gibi koşar, hayali bir barın önünde attan iner gibi yapar, bar kapısını iki elimizle açıp içeri girerdik. Senaryoyu ben yazar üç çocuk oynardık. Hayali düellolar, banka soymalar, yumruk yumruğa kavgalar, hapse atmalar, hapisten kaçmaları canlandırırdık.
Uzay filmi izlediğimizde bir ağacı uzay gemimiz yapar, dallarına çıkıp uçururduk. “Dikkat et sağında bir uzay gemisi geliyor, ateş”. Dut ağacına çıkıp kendimizi uzayda buluyorduk. Kayalıklara tırmanan Tarzan’ı izleyince biz de tırmanacak bir yer arıyorduk. Kasabanın ortasındaki su deposu olarak kullanılan höyük tırmanmak için ideal bir yerdi. Ellerimizle höyüğün yumuşacık toprağını oyup yukarı tırmanmaya çalışıyorduk. Bir başka Tarzan filmi: “Tarzan’ın Zaferi”. Eski olimpiyat yüzme şampiyonu Johnny Weissmüller oynuyor. Oynamıyor aslında hep yüzüyor, yükseklerden balıklama atlayıp duruyorlar. Soluğu kasabanın civarındaki derelerde alıyoruz. Törbüzek köprüsünden Tarzan gibi balıklama atlıyoruz suya. Törbüzek kesmiyor, Ümmüsün ve Kömür sularında yüksek yerler bulup atlıyoruz suya.
Evlerde sinema muhabbeti bitmiyor. Annem “Senede Bir Gün” filmini anlatıyor, dinleyenlerle birlikte her seferinde gözleri yaşarıyor. İlkokul ikideki arkadaşım Suzan Avcı’ya aşık olduğunu ilan ediyor. Yılmaz Güney ciddi adam kategorisinde bir numara olarak anılıyor. Halamın kızı Cüneyt Arkın hayranıyken Tarık Akan beliriyor ve ibre ona dönüyor.
Bu sırada bizim Ramon aynı mahalleden bir çocuğa savaş ilan etti. Savaş günü kararlaştırıldı ve savaş toplantısında bana da casus olarak düşmandan bilgi toplamam istenmişti. Filmlerdeki hangi karakter olduğunu hatırlamıyorum ama hemen kabul ettim. Fakat savaş gününden önce köyümüze gittik, döndüğümüzde ben rolümü oynayamadan savaş yapılmış, bitmişti.
Saray Sineması’nın film oynatma ve düğün dışı aktiviteleri de vardı. Tiyatro kumpanyaları, sihirbazlık gösterileri ve konserlere de ev sahipliği yapardı. Hatırladığım en meşhur konser Arif Sami Toker’e aitti. Kasabaya gelen en kaliteli konser kumpanyasıydı. İki gece de salon tıklım tıklım doluydu. Salonda gösteri yapan tiyatro kumpanyaları da önce komedi sonra dram oynarlardı. Sihirbaz da salonu doldururdu.
Bütün gösteriler kasaba meydanına konan ‘kartela’dan duyurulurdu. Kartela ikişer sıra halinde dört afişin asılacağı boyda, taşınabilir tahtalardan oluşturulmuş bir panoydu. Kartelanın alt sırasına iki film oynatılıyorsa iki farklı afiş, üst tarafa film fotoları asılırdı. Tek film ise aynı afişten iki tane yan yana raptiyeyle tutturulurdu. Kartela bir ara kasabanın içinde sırtta taşınırdı. Kasabanın sokaklarında kartelayı taşıyan kişi bağırarak filmin tanıtımını yapardı. Mahallenin çocukları da kartelanın arkasına takılıp sokak sokak gezerlerdi. Sonra film kartelası kasabanın tam ortasındaki elektrik direğine tutturulurdu. Kartela arkasını adliye binasına verip, karşısındaki camiye ve yan tarafındaki Atatürk heykeline bakardı. Çocuklar kartelanın etrafına toplanıp fotolara bakıp film hakkında yorumlar yaparlardı.
Başrol oyuncuları her ne kadar çocukların favorisi olsa da kötü adam rollerine çıkan Kudret Karadağ’a karşı nedense özel bir sempatileri vardı. Mustafa adını takmışlardı, dayak yerken bile “Mustafa” diye onu alkışlıyorlardı. Süheyl Eğriboz’da kumpanyasıyla geldi geçti, sinemacının oğlu Faik’le verdiği poz yıllarca sinemanın bilet gişesinde asılı kaldı.
Ve 90’lı yılların sonunda kasabamıza renk katan Saray Sineması, Türkiye’nin diğer şehir ve kasabalarındaki kardeşleri gibi zamana direnemedi, kapılarını seyirciye kapatmak zorunda kaldı.

M. Faruk Kutlu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder