17 Temmuz 2017 Pazartesi

Bir Zamanlar Göksun - Saray sineması

Saray Sinema'sı balkonu. En sağ alt köşede oturan sinema sahibi Faik Yalçın
Salonu ve locaları tahta sandalyeli, balkonu yumuşak sinema koltuklu ve son sıra duvarı dayalı otobüsten sökülme turizm kokan koltuklarıyla Saray sineması, yıllarca kasabanın tek kültür merkezi oldu. Ayrıca düğün salonu olarak da yıllarca hizmet verdi.
Kasabanın ilk sineması cadde üzerindeki Büyük Sinemaydı. Yerli yabancı filmler oynatır, avantür filmlerin çıkışında artistlere özenir ufak tefek kavgalar da yapardık. Bu sinemayı görmeden birkaç yıl önce namını duymuştum. Kasabaya yakın bir köyde öğretmenlik yapan babam, ilk okul dört ve beşinci sınıf öğrencilerini bu sinemaya getirmişti. Fakat film gösterim esnasında ufak bir deprem olmuş, sinemanın asma makinist katı ve onu taşıyan duvar göçmüştü. Makinistten başka yaralanan olmamıştı. Bu olayı köye dönen öğrenciler heyecanla anlatıyorlardı. Takip eden günler içinde bu defa sinema ilkokul çocuklarının ayağına geldi. Gösterilecek filme köydeki yetişkinler de davetliydi. Ben de filmi izlemek için okuldaki en büyük sınıfta yerimi aldım. Ancak fazla izleyemedim. Filmde hastalar, doktorlar, iğne yapılan insanlar, yataklarda hastalar ve mezarlıklar vardı. Korkup dışarı kaçtım, film hiç bana göre değildi. Çünkü Türkiye’de yer yer kolera olayları görüldüğü için, koleradan korunma yollarını anlatan belgeseldi bu. Devlet bu filmleri hazırlatmış, köy köy kasaba kasaba vatandaşa gösteriyordu.
Neyse ki kasabaya taşındığımızda farklı film izleme lüksüne kavuşmuş olduk. Siyah beyaz başlayan DYO’nun reklam çizgi filmi beni büyülemişti. Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu filmi bütün kasaba çocuklarını coşturmuştu. Malkoçoğlu zindana atılmıştır, biri ona yiyecek ekmek uzatır. Sinemadaki çocuklar hep bir ağızdan bağırır: “Çerkez kömbesi”. Sonra Malkoçoğlu mızrakları tek tek kuleye saplıyor ve taklalar atarak surlara çıkıyordu. En çok sevdiğimiz artist, en çok takla atandı. Yılmaz Köksal, İrfan Atasoy, Levent Çakır favorilerimizdendi.
Kasabada taşındığımız ev Saray Sineması’nın yanındaydı. Ben ne zaman film oynayacak diye beklerken bir pazar günü sinemadan gelen davul sesini duyduk. Beraber oynadığımız arkadaşlarım “Düğün var, gidelim” diyerek sinemadan içeri daldık. Sinemanın duvarları üç sıra asılmış afişlerle doluydu. Bunlar sinema kapanmadan önce asılıp toplanmayan afişlerdi. Bunların hemen hepsi eski ve elle hazırlanan afişlerdi. Ben büyük bir heyecanla afişleri incelemeye başladım. Çizim oldukları için daha da ilgimi çekmişti. Aklımda kalan afiş eli silahlı maskeli adam ve fonda patlayan teknenin bulunduğu sarı kırmızı afişti.
Ayakta soyda Hayri ve Feyzi, oturan makinist Yasin (Topal), Kör Yılmaz.
Büyük Sinema'nın çalışanları.
Yine sokakta olduğumuz bir gün Büyük Sinema’nın kapandığını, Saray Sineması’nın açılacağını duyduk. Büyük Sinema’nın sandalyeleri Saray Sineması’na taşınacak, taşıyanlar da akşam bedava film izleyecekti.  Abimle birlikte mahallenin bütün çocukları kolları sıvadık ve azimle sandalyeleri taşıma işine giriştik. İşlem bitince bize birer bilet verildi, “akşam gelin, sinemaya girin” denildi. Akşam olup da sinema vakti gelince abimle beraber sinemaya gittik. Biletçi Feyzi abi, babamın arkadaşı ve bizi tanıyor. Abim biletleri Feyzi abiye uzattı: ”Feyzi abi biz sandalye taşıdık” dedi. Demez olaydı, Feyzi abi bizi bulunduğu bölüme davet etti. Girdik yanına o yerinden kalktı bir tane abime, bir tane de bana çaktı: “Ulan Hikmet abinin çocukları sandalyemi taşır, bir daha duymayayım” dedi. Biz şişmiş yanaklarla Saray Sineması’ndaki ilk filmimizi izledik.
Sinemanın makinisti Büyük Sinema’dan transfer edilmişti. Nam-ı değer: “Topal”. Büyük Sinema depreminde, çöken makinist dairesinde enkaz altında kalıp bacağı kırılmış ve tedavi görmüş, ancak topal kalmıştı. Sinema makinistliği sabır işiydi. Çünkü kasabaya gelen filmler genellikle eski ve yıpranmış olduğu için sık sık kopardı. Koptuğu anda bütün sinema ıslık, küfür, “Topal ayağın mı kaydı” nidalarıyla inlerdi. Topal makinist bu işi sinema sahibinin çocuklarına devredene kadar sabırla sürdürdü.
 Hafta sonları öğlen matinesinde sinemanın önü filme giren ve girmeyen genç ve çocuklarla dolardı. Nedendir bilmiyorum sinemaya girenlere bakma gibi bir zevkleri vardı. Sinemada bayanların yeri balkondu. Salonda duvar dibine sıralanan gençler filmin öncesi ve film arasında balkondaki kızları keserlerdi. Çocuklar ellerinde ay çekirdekleri dolu kağıt külahlardaki çekirdekleri çıtlatıp, kabuklarını yerlere püskürtür, sinema salonunun tabanını görünmez hale getirirlerdi. Hainlere topluca “yuh” çekilirdi, kahramanın genç kızı kurtarmaya gelişi ıslıklarla, alkışlarla karşılanırdı. Öpücüklü sahnelerde gençler ah, oh çekerlerdi.

Solda önde duran Kudret Karadağ, Göksun'lu sinemaseverlerin Mustafa'sı,
dayak yerken bile alkış alırdı. En sağda Erol Taş, Ramon rolünde.
Sinemada gösterilen filmlerin biz mahalle çocuklarının oyun tarzlarına etkisi büyüktü. Erol Taş Maskeli Beşler filminde Meksikalı Ramon rolündeydi. Karakter mahallemiz çocuk topluluğunda hemen tuttu. Sinemacının oğlu Faik, Ramon karakterine sahip çıktı. Mahallenin duvarlarında “R” harfi görmeye başladık. Bu Ramon’un işaretiydi, sinemanın balkonuna bile tebeşirle Ramon yazmıştı. Filmlerdeki başrol oyuncusunun yanındaki komik karakterler de çok tutulurdu. Yan tipler genellikle komiklik yaptıkları için, bizim kasabanın çocukları onlara “Geveze” derdi. Oyun sırasında Cüneyt Arkın, Tamer Yiğit, Yılmaz Köksal olan çocukların arasından “Ben geveziyem” diyen tiplerde çıkar, komiklik yapmaya çalışırlardı. Savaş filmleri bizi çok etkilerdi. Ara sıra başka mahallenin çocuklarına savaş ilan edilirdi. Elde tahta kılıçlar, uzun sopalar mızrak sokak aralarında kovalamacalar başlardı. Bizim sinema civarı çocuklarının aşağı mahalleye savaş ilan ettiği gün, tahta kılıçlı askerler ortalıkta koşturmaya başlamıştı. Aşağı mahallenin çocukları eski postane civarına kadar gelip abimi esir almışlardı. İki çocuk ellerinde uzun sopaları mızrak gibi tutup, diğer elleriyle abimin kollarından tutup götürüyorlardı. Ben uçaraktan annemin misafir olduğu eve gittim. “Anne abimi esir aldılar, götürüyorlar” diye bağırdım. Annem dışarı fırladı, uzaktan abimi götürenlere seslendi: “Çabuk bırakın onu”. Çocuklar saf saf cevap verdiler: “Teyze biz savaştayız, bu esirimiz”. “Savaş mavaş anlamam çabuk bırakın onu” diye azarlayınca çocuklar abimi bırakıvermişlerdi.
Ah o kovboy filmleri, bizleri mest ederdi. Naylondan yapılma, uzun namlulu su sıkan kovboy tabancalarımız vardı. Kovboy kemerimiz yoktu, tabancaları göbekten içeri pantolonumuza sokardık. Topuklarımızı yere vura vura at gibi koşar, hayali bir barın önünde attan iner gibi yapar, bar kapısını iki elimizle açıp içeri girerdik. Senaryoyu ben yazar üç çocuk oynardık. Hayali düellolar, banka soymalar, yumruk yumruğa kavgalar, hapse atmalar, hapisten kaçmaları canlandırırdık.
Uzay filmi izlediğimizde bir ağacı uzay gemimiz yapar, dallarına çıkıp uçururduk. “Dikkat et sağında bir uzay gemisi geliyor, ateş”. Dut ağacına çıkıp kendimizi uzayda buluyorduk. Kayalıklara tırmanan Tarzan’ı izleyince biz de tırmanacak bir yer arıyorduk. Kasabanın ortasındaki su deposu olarak kullanılan höyük tırmanmak için ideal bir yerdi. Ellerimizle höyüğün yumuşacık toprağını oyup yukarı tırmanmaya çalışıyorduk. Bir başka Tarzan filmi: “Tarzan’ın Zaferi”. Eski olimpiyat yüzme şampiyonu Johnny Weissmüller oynuyor. Oynamıyor aslında hep yüzüyor, yükseklerden balıklama atlayıp duruyorlar. Soluğu kasabanın civarındaki derelerde alıyoruz. Törbüzek köprüsünden Tarzan gibi balıklama atlıyoruz suya. Törbüzek kesmiyor, Ümmüsün ve Kömür sularında yüksek yerler bulup atlıyoruz suya.
Evlerde sinema muhabbeti bitmiyor. Annem “Senede Bir Gün” filmini anlatıyor, dinleyenlerle birlikte her seferinde gözleri yaşarıyor. İlkokul ikideki arkadaşım Suzan Avcı’ya aşık olduğunu ilan ediyor. Yılmaz Güney ciddi adam kategorisinde bir numara olarak anılıyor. Halamın kızı Cüneyt Arkın hayranıyken Tarık Akan beliriyor ve ibre ona dönüyor.
Bu sırada bizim Ramon aynı mahalleden bir çocuğa savaş ilan etti. Savaş günü kararlaştırıldı ve savaş toplantısında bana da casus olarak düşmandan bilgi toplamam istenmişti. Filmlerdeki hangi karakter olduğunu hatırlamıyorum ama hemen kabul ettim. Fakat savaş gününden önce köyümüze gittik, döndüğümüzde ben rolümü oynayamadan savaş yapılmış, bitmişti.
Saray Sineması’nın film oynatma ve düğün dışı aktiviteleri de vardı. Tiyatro kumpanyaları, sihirbazlık gösterileri ve konserlere de ev sahipliği yapardı. Hatırladığım en meşhur konser Arif Sami Toker’e aitti. Kasabaya gelen en kaliteli konser kumpanyasıydı. İki gece de salon tıklım tıklım doluydu. Salonda gösteri yapan tiyatro kumpanyaları da önce komedi sonra dram oynarlardı. Sihirbaz da salonu doldururdu.
Bütün gösteriler kasaba meydanına konan ‘kartela’dan duyurulurdu. Kartela ikişer sıra halinde dört afişin asılacağı boyda, taşınabilir tahtalardan oluşturulmuş bir panoydu. Kartelanın alt sırasına iki film oynatılıyorsa iki farklı afiş, üst tarafa film fotoları asılırdı. Tek film ise aynı afişten iki tane yan yana raptiyeyle tutturulurdu. Kartela bir ara kasabanın içinde sırtta taşınırdı. Kasabanın sokaklarında kartelayı taşıyan kişi bağırarak filmin tanıtımını yapardı. Mahallenin çocukları da kartelanın arkasına takılıp sokak sokak gezerlerdi. Sonra film kartelası kasabanın tam ortasındaki elektrik direğine tutturulurdu. Kartela arkasını adliye binasına verip, karşısındaki camiye ve yan tarafındaki Atatürk heykeline bakardı. Çocuklar kartelanın etrafına toplanıp fotolara bakıp film hakkında yorumlar yaparlardı.
Başrol oyuncuları her ne kadar çocukların favorisi olsa da kötü adam rollerine çıkan Kudret Karadağ’a karşı nedense özel bir sempatileri vardı. Mustafa adını takmışlardı, dayak yerken bile “Mustafa” diye onu alkışlıyorlardı. Süheyl Eğriboz’da kumpanyasıyla geldi geçti, sinemacının oğlu Faik’le verdiği poz yıllarca sinemanın bilet gişesinde asılı kaldı.
Ve 90’lı yılların sonunda kasabamıza renk katan Saray Sineması, Türkiye’nin diğer şehir ve kasabalarındaki kardeşleri gibi zamana direnemedi, kapılarını seyirciye kapatmak zorunda kaldı.

M. Faruk Kutlu


15 Temmuz 2017 Cumartesi

Şimdi aşkımız Maharbi'ye kaldı...

Şimdi aşkımız Maharbi’ye kaldı

Akşamüstleri Maharbi’ye akın akın gitmeler ne zaman başladı bilmem ama ben danalarla akşam üstü Maharbi’den geçerken birilerini görürdüm.Bunlar akşam gezintisine çıkan sosyetemize mensup olmayan kişilerdi. Urumhoca’lılar tek tük akşamüzeri köylerine dönerlerdi. Ben, abim ve dayımın oğlu Ali her sabah tatlı uykumuzdan kaldırılıp iki dana önümüzde Maharbi’den geçip onları dedemin bahçesine bırakmaya giderdik. Akşam üstüde aynı yolu izleyip danaları eve getirirdik. Dedim ya Maharbi bomboştu, yıllar sonra Alaattin abinin yapacağı çay bahçesinden habersiz akıp duruyordu suyu. Çakhçıra’dan gelen su önündeki tahta köprünün altından şarıl şarıl akardı. Şimdi üzerinden geçilen beton köprünün temelleri bile yoktu. Urumhoca’dan gelen yol Maharbi pınarda sağa keskin virajla başlayan köprüde biterdi. Sağa viraj tahta köprüyü geçip kertin dibinden hafif yukarı yürüyüp sola dönünce Çardak cami minaresi ve birkaç dam görünürdü. Sonra yürür evinize giderdiniz. Birçok köşe başındaki çeşmeler sizi karşılardı, onlar biz uykudayken bile akardı. Sonra birgün teker teker suları akmaz oldu. Bir Taş pınar kaldı, bir de Maharbi… İşte bundandır Maharbi’ye olan aşk. Onca kardeşi susmuşken onun hala akıyor olması bize yaşam sevinci veriyor. Aslında merak ediyoruz hala akıyor mu diye. Diğerlerini kimse pek merak etmezdi, zaten akıyordu hepsi. Çeşme başına toplanan gençler yarınlarda kardeşlerinin aynı şeyleri artık göremeyeceklerini hiç düşünmüşler miydi acaba. Hemen her çeşmenin karşısında da bir ağaç olur, gölgesinde gençler dururdu. Acaba bilinçlimi ekilmişti bilemiyorum. Bizi Engino sokağında Mahmut Gün’ün bahçesinin köşesindeki çeşmenin karşısındaki dut ağacını hatırlıyorum da çok güzel bir ağaçtı. Civardaki ağabeyler oraya takılır ablalar da kovalarla gelirdi. Bazı ablalar eve su götürme işini abartıp avluyu sulamaya başlarlardı. Evet çeşme başları, sosyalleşmenin doruk noktalarının yaşandığı nadide yerlerden biriydi. Halen Çeçenistan kaynaklı ŞOVDA = ÇEŞME içerikli şarkılara bolca rastlamaktayız. Bizim ağabeyler aslında dayılarımın kuşağından bahsediyorum. Yoksa abim, ben, halamıı oğlu Apu , komşum Muhterem, Abdurrahman, Bekir, Omar Özbay’larla birlikte biz o çeşmenin yalağına atlar, yüzer gibi çırpınır sonra da gider hademe İsmet’in evinin önündeki yolda toza belenirdik. Yani bu durumda abimlerin ağaç altı dogdoğuş yapmaları mümkün görünmüyor. Üstleri çıplak altları patıskadan yapılma kara donlulara pek kimse pas vermezdi sanırım. Müthiş güzel bir tablo vardı. Ağaç altında delikanlılar, çeşme başında kızlar, kimi su alıyor, kimi az sonra su almak için sırasını bekliyor. Çeşmenin yalağında ya da Çeçence NOY ÇAH yıkanan küçük çıplak çocuklar… Çeşmenin arkası yemyeşil bir bahçe ve tek katlı güzel bir ev… Bahçedeki adam muhafazalı beyaz elbiseler içinde arı kovanlarını inceliyor… Çeşmenin şarıltısı, kız ve erkeklerin konuşmaları, rahmetli Butu dayının evinin üzerinden kavaklığa oradan da uzaklaşıp gidiyordu… Bugün o köşeye giderseniz biraz durup dinleyin belki o seslerden bazılarını duyarsınız. Çeşmeden yukarı doğru yürüyün, Mehmet Yıldır dayımın evini sağda bırakıp yürüyün ilerdeki köşede bir başka çeşme çıkacaktır karşınıza. Onunda yaşanmış aşkları vardır kim bilir. Sağa dönerseniz biraz ilerde Hamdi Gün’ün evine,sola dönerseniz İsmail Beşkaya’nın evine çıkarsanız. Siz sola dönüp yürüyün az ilerde camiyle Kahirler’in dükkanının arasındaki çeşmeye gelrsiniz. Uzun yıllar Çardağa alışveriş için gelenlerin suyunu içtiği, hayvanların sulandığı yer olarak hizmet verdi. Sağa dönüp yukarı doğru devam. İlerde sol tarafta Cavit Işık’ların evine dönerken bir başka çeşme çarpar gözümüze. Bugün artık unutulmuş bu çeşmeleri en babası bana göre hastanenin karşısındaki çeşmeydi. Annemler orada ha bire buğday yıkamak için giderdi. Yün yıkamak için bile gitmiştik. Hem suyu boldu hem de yıkanan şeylerin kurutulacağı geniş alanlar vardı. Çeşmenin arkasında zirai ilaçların konduğu, gri renkli kapısı hep kapalı duran ve içeriden ağır kimyasal kouların geldiği bina vardı. Bu çeşmenin tarihinde pek dogdoğuş yaşamadığına eminim. Çünkü Çardak burada sona ererdi sadece iki ev vardı sonrası dağ bayırdı. Caduro dayı araziyi henüz Sarıgüzellilere satmadığı için Çardak girişindeki yokuşun civarı da boştu yani.
Şimdi biz buradan geri dönüp yürümeye devam edelim eski karakaol binasını azıcık geçince sağ kolda yol üstünde bir çeşme daha çıkıyordu önümüze. Muhtemel bu çeşmede yıllarca askerlerin her türlü ihtiyacını karşılamış olmalı. Suyumuzu içip devam edelim. Sola Çobankara mahallesine dönelim, ilerde bir çeşme hatırlıyorum. İki yolun ortasındaydı galiba. Geri dönelim, solda köşedeki açıkhava kahvesinin pınarını boşverip Binbaşı yolunun başına gelelim. Burada yukarı topraklığa yönümüzü dönüp yürümeğe başlarken solda bir çeşme hatırlıyorum. Bir sonraki de İhsan Berkhan’lara gelmeden hemen soldaydı. Oradan uçarak Binbaşı yoluna kondum. Cevahir ablanın evinin dibindeki çeşmeden de bir yudum alıp sevgili Taş pınara ulaştım. Taş pınar bir zamanlar çok gürültülü bir yerdi. Hemen yanındaki değirmenin tepesine koni biçimindeki dev çinko oluktan gürül gürül su akar değirmenin tekerini çevirirdi. Taş pınarın suyu buz gibiydi. Orada yıkanmaya pek cesaret edemezdik. En son durağımız komşumuz rahmetli Abdulkerim dayının avlusundaki pınarı saymasak Rıza pınarı. Kahirlerin değirmenine gelmeden önceki son nokta. Kaç çeşme oldu sayması size kalsın ama arada unuttuklarım bile olabilir. Hatta bunlardan önce var olup kuruyup kaybolan başka çeşmeler de belki vardı. Her suyu kesilen çeşmeyle birlikte anılar da uçup kayboldu.
Birçok aşka sahne olan çeşmeler yok artık.
Bizim aşkımız Maharbi’ye kaldı.
Delikanlılar dogdoğuşa doymazdı
Taş attırırlardı sevdiklerinin kovasına.
Kız suyu döker geri dönerdi çeşme başına.
O yaşta aşktan anladığımız oydu…
Kovaya taş atardık ablalar kızgın ağabeyler mutlu.
Bizim aşktan anladığımız buydu.
Şimdi aşkımız Maharbi’ye kaldı.
Çardak kültüründe suyun yeri çoktan eski sosyal önemini kaybetti. Su artık büyük kentlerde olduğu gibi musluklardan tuvaletlere kadar gelmekte olup ĞUMMUĞları da tarihin tozlu sayfalarına gömeli çok oldu. Yol kenarlarında şarıl şarıl akan su dolu arklar da öyle. Dileğim odur ki Taş pınarın, Maharbi’nin suyu eksik olmasın, sonsuza dek hep aksın…
M. Faruk Kutlu

Çizgi roman tarihimden

Çizgi roman tarihimden

Yıl 1966 veya 1967 olmalı, gördüğüm ilk çizgi roman sayfası Tommiks’e aitti. Macera Çin mahallesinde geçiyordu. Kıvrımlı çatılı Çin evlerinin damında gizlenmiş biri, sonraki karede ayağa kalkıp Tommiks’e ateş ediyordu. Okuma bilmediğim zamanlardı. Kasabaya amcaoğlumun evine gitmiştik. Orada bir abimiz elindeki kitaba dalmıştı. Kitap nedir diye sokulduğumda Çin mahallesindeki Tommiks’le karşılaşmıştım. Daha sonra Teksas’la tanıştım. Rodi ve Profesör çok eğlenceli geldiler bana. Tavuk butlarını Rodi gibi ağzımıza sokmamız o zamanlarda başladı. Teksas’ın kasaba ve şehirde geçen maceralarında geri planda yer alan üç dört katlı, küçük pencereli, dik çatılı, aralarından geçen dikey, yatay ve çapraz ağaçlar bulunan evleri yıllar sonra Fransa’da gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Bunun yanı sıra Çelik Blek ve avcılara ait yığma ağaç kütüklerinden yapılan evleri de Anadolu’da bir orman köyünde görmüştüm. Orası da heyecan vericiydi, çizgi romanın içine girmiştik sanki.
1968’de babamın tayini çıktı, kasabaya taşındık. Kasabanın iki sinemasının birinin yanındaydı evimiz. Yıllarca sinemanın plaklarını dinledik. O evin yola bakan balkonu vardı ve ben o balkona okul çıkışları geldiğimde çıkardım. Hemen hergün karşı dükkanların önünde gördüğüm bir çocuk grubu vardı. Ellerindeki gazeteye dakikalarca bakıyorlardı. İçlerinden birini tanımıştım, bizim sınıftaydı. Ertesi gün merakımı alamadan ne yaptıklarını sordum. ‘Tarkan’ okuduklarını söyledi. Ben Tarkan’ın ne olduğunu bilmediğim için sordum arkadaşım anlattı. Tarkan, Türk kahramanıydı, kurdu vardı ve onun maceralarını her gün takip ediyorlardı. Aralarında para toplayıp Hürriyet gazetesi alıp Tarkan’ın maceralarını okuyorlardı. Babamın aldığı gazetede de başka bir Türk kahramanı ‘Malkoçoğlu’ vardı. Ben de her gün Malkoçoğlu’nu takip etmeye başladım. Malkoçoğlu yaralı yatmakta, yanında arkadaşı Ejder vardır. Çevrelerinde de kurtlar ateşin sönmesini beklemektedir.
Babam gazete değiştirdi. Renkli bol fotolu çizimli bir gazeteye geçmiştik. İçinde çizgi romanlar, fotoromanlar vardı. Bunların anonsları günler önceden başlar, sürmanşetten verilirdi. Kaan ve sonra da Karaoğlan’ı keşfettim. Bu arada 1001 roman kapaktan Tolga çizgi romanını yayınlıyordu. İçerde Sihirli Göz ve Coni Kugar favorilerimizdendi. Bir başka bol çizgi romanlı yayın Doğan Kardeş dergisiydi. Ağabeyimle birlikte haftalık olarak onu da almaya başladık. Orada Tarzan vardı. Müthişti.
Sonra bir gün müthiş bir şey oldu. Amcalardan biri boş bakkal dükkanının içini dışını çizgi romanlarla doldurdu. Çizgi romanlar dışarıdaki tezgahtan yola uzanıyordu. İstanbul’daki çizgi roman iade depolarından toplayabildiği kadar kitabı alıp kasabamıza getirmişti. Her gün tezgahın önüne gidip uzun uzun kitapların kapaklarına bakıyordum. Bir daha ömrümde öyle bir manzarayı hiçbir zaman görmedim.
Tommiks benzeri ranger Bil Kit, kızılderili düşmanı Kinova’da tezgahtaydı. Kasabanın tek gazeteye bayisine Amerikan çizimli Ringo dergisi gelmeye başladı. Western olarak bildiğimiz Teks Willer’den farklıydı. Arada bir ZıpZıp’ın eski sayılarına da rastlıyordum. Oradaki otomobil maceraları yoktu artık. Gazete bayı bir gün çalkalandı. Kalabalık bir grup haftalık yayına geçen Tarkan’ın ilk sayısını on dakika da bitirdi. Sonraki günlerde de Tarkan ilk yarım saate tükenir oldu.
Bu arada Milliyet Çocuk dergisi belirdi. Tamamı çizgi roman olmasa da ilgi çekici konular işleyen bu dergiyi de toplamaya başladım. Kara Murat yayındaydı ama pek ilgimi çekmiyordu. Derken Tay Yayınları ufukta belirdi. Zagor sıkı bir giriş yaptı. Tarzan ve kovboy karışımı bir karakteri çok beğendik. Yanındaki Çiko küçüklerin favorisiydi. Vampir macerası yayınında haftalık sayıları heyecanla bekler olduk. Ve Tom Braks geldi. Yan tipi Tonton köfte düşkünüydü. Bizlere köfteyi çok sevdirdi, onun gibi düzinelerce köfte yemeye çalışır olduk. Tommiks’teki Binbirsurat karakteri bizleri ters köşe etmeyi başardı. Hiç yakalanmıyordu. Aynı zamanda Karaoğlan’daki Camoka bazı abilerin idolü oldu.
Günlerden birgün bütün mahallenin çocukları küllük civarında oynamakla meşgulüz. Uzaktan sinemacının oğlunun sesi geldi. O tarafa baktık, elinde bir afiş, “Ahyaaaaaaak” diye bağırıyordu. Zagor’un sinema filminin afişiydi elinde tuttuğu şey. Biz de “Ahyaaaak” bağırtılarıyla afişin olduğu yere koştuk. Hepimiz o kadar heyecanlanmıştık ki anlatamam. Filmin oynayacağı günü iple çeker olduk. Ve büyük gün, Zagor filminin kartelası kasaba meydanına inmişti. Saat iki de sinemanın önünde kasabanın bütün çocukları yerlerini almıştı. İtiş kakış bilet almalar ve sinema salonuna yığılmalar. Ne salın, ne balkon, ne de sahnede oturacak yer vardı. Film başladı, Zagor’u oynayan Levent Çakır’ı görünce sinemada bir tazahürat koptu: “Zagor, Zagor” ve alkışlar ıslıklar hepsi Zagor içindi. 

M. Faruk kutlu