16 Mayıs 2017 Salı

Rakı, balık yapalım mı


RAKI, BALIK YAPALIM MI
Salonda açık duran laptop ekranında gezinmekteyim. Şimdi facebook sayfamdayım. Mesaj bölümünde aniden bir yazı belirdi. “Merhaba nasılsınız.” İyiyim siz nasılsınız.” Bir hanımefendi iyi günler diliyor cevap vermek olmazdı. Sonra devamı geldi, “ben Kadıköy’deyim, siz neredesiniz?” merak edip profiline baktım, balık eti bir hanım, öğretmen Kenan abimizle ortak arkadaşımız. Cevap yazdım “Kumburgaz’dayım.” “Kadıköy’e gelin de bir rakı balık yapalım.” İçimden bir “gurk” sesi geldi. Sosyal medyaya girdim gireli böyle bir teklif almamıştım.
Kazandan dönenin kaşığı kırılsın gibi bir atasözüyle klavyeye döndüm. “Yolum biraz uzak, oraya gelmem birkaç saati bulur” diye yazdım. Cevap kışkırtıcıydı: “Ben zaten banyoya girip hazırlanacağım, daha çok vaktimiz var.” Kadıköy’de rakı balık için banyo, köpük v.s. düşünceleriyle uçarak giyinmeye başladım.
Kumburgaz’dan Kadıköy’e gidiş için en kısa yolları düşünmeye başladım. Cep trafikten kırmızı yeşil çizgilere baktım. Ve kendimi sıkışık bir halk otobüsünde buldum. Akbil basıp yola koyuldum. Kazasız belasız Beykent tepesindeki metrobüs durağında indim. Oturma kuyruğunu boşver diyerek, aralardan sıyrılıp ayakta duracak konforlu bir yer buldum kendime. Balık eti, rakı, balık ve ve ve… Sonra ne gelecek, ben ne yapacağım? Elim ayağım titremeye başladı. “Telaşı bırak oğlum, günün tadını çıkar” diye düşündüm. Bu arada metrobüs durakları aştıkça daha çok yolcu giriyordu ve benim konforlu alanım gittikçe daralıyordu. Bir sonraki durakta çocuk arabalı hanım ve yanındaki görümceleri olduğunu sonraki konuşmalardan öğrendiğim yedi kişi bulunduğum alanı tamamen kapladılar. Boğulmak üzereyken “Neredesiniz” mesajı belirdi. Balık eti hanımdan geliyordu. İçimde bir titreme ve rahatlık çöktü. Demek bekleniyordum. “Yoldayım, bir saate kadar Kadıköy’e geçerim.” diye yazdım.
Yazdım yazmasına ama söylediğim saatten bir saat sonrasında hedefe ulaşmıştım. Buluşacağımız restoran, falan yol boyunca aramızda yazışılmış ve atılan konumdan da yeri kolayca bulmuştum. Balık eti hanımla facebook resimlerimizden birbirimizi hemen tanıdık. “Çok beklettim mi” diyerek elini sıktım. “Hayır canım, ben de şimdi geldim” dedi.
Rakılar balıklar söylendi, muhabbet başladı. Hoş bakışlı, konuşkan biriydi. Benim ilk başlardaki çekingenliğimi atmam kısa sürdü. Balık eti hanımla kendimi banyoda düşünmeye başlamıştım. Balık eti hanımın hafif dekolte giysisi gözlerimi ara sıra o tarafa odaklıyordu. Tabi hanımefendi de arada bir eliyle oralarını yukarı çeker hallerine giriyordu. Muhabbet güzeldi, ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi. “Sosyal medya gerçekten çok yararlı bir şey” diye düşünerek Balık eti hanımın gözlerinden, dudaklarından girip uzun seyahatlere çıkıyordum. Fakat daha fazla masanın bu tarafında kalamazdım. Balık eti hanımın yanına bir an önce geçmeli, ufak hamlelerle ona yanaşmam gerekiyordu. Pat diye kalkıp yanına geçmem çok nezaketsiz olur düşüncesiyle bir plan yaptım. Lavaboya gideceğim diye kalkacak, dönüşte yanına oturacaktım.
(Sonrasını balık eti hanım efendiden dinleyelim)
Facebook’ta bulduğum salak geldiğinde eli ayağı titriyordu. Biraz onu rahatlattıktan sonra yiyip içmeye başladık. Saf biri olduğunu hemen anladım, ilk defa böyle bir çağrıya koşarak geldiği belliydi. Böyle tipler aranıp da bulunmayan tiplerdendi. Çünkü bunlardan kurtulmak daha kolaydı. Güzel yemiş içmiş ve bu salaktan kurtulmanın planını uygulayacağım anda beni rahatlatacak hareket karşı taraftan gelmişti. Lavaboya gitmek için izin istedi. İzinler senin olsun canımın içi. Sallanarak, bir iki boş sandalyeye çarparak küçük koridorda gözden kayboldu. Bende hafice toplandım, çantamı alıp çakırkeyif vaziyette restorandan dışarı çıktım. Hafif bir yağmur başlamıştı. İnternette yazıyordu, şiddetli yağış bekleniyormuş.

Evet sahiden Kumburgaz neredeydi?

15 Temmuz


15 TEMMUZ AKŞAMI, 16 TEMMUZ SABAHI
15 Temmuz akşamı evdeyim, cep telefonum çaldı; başıma gelecekleri bilseydim belki hiç açmazdım. Ama arayan abim, Ankara’dan arıyordu: “Televizyon kanalları boğaz köprüsünde yolu kesen askerleri gösteriyor, sence ne oluyor?” Gazetede çalışan biri olarak benim olaydan haberim olacağını zannediyordu. Bağlantı doğruydu, ama ben spor kanalında olduğum için dünyadan haberim yoktu. Hemen haber kanalını tuşladım. Evet tanklar ve askerler köprüyü tek taraflı kapatmışlardı.
Abim için doğru haberi bulmak üzeri harekete geçtim. Gececi arkadaşım Reis’i aradım. Reis “gazetede değil evdeyim, haberim yok valla” dedi. Gazeteden Sebastian’ı aradım, “henüz net bir bilgi alamadık” şeklinde cevap verdi. Aynı cevabı abime iletip telefonu kapatmıştım ki Sebastian arıyordu: “Abi gazeteye gelebilir misin, ortalık karıştı”.
Araç gönderemedikleri için kendi aracımla yola çıktım. Beylikdüzü’nden çıkan Avcılar’dan geri dönermiş. Avcılar yokuşundan çıkıyordum ki sanki ters yöne girmişim gibi araçlar üzerime geliyordu. Kafa kafaya geldiğim sürücüye ne olduğunu sormadan: “Abi trafik kilit, geri dön” diyor. Nereden bileceğim Atatürk Havalimanı’na çıkan bütün yollar kapatılmış. Mecbur yolumu değiştirip, Esenyurt’a yöneldim. Gözüm yolda, kulağım radyoda gidiyorum. O sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan canlı yayında, kalkışma olduğunu ve halka sokağa çıkmalarını söylüyordu. Esenyurt’a geldiğim de halk çoktan sokağa çıkmış, bayraklar açıp yürümekteydi.
Kapatılmış yollar, bayraklarla sokaklardaki araç konvoylarının arasından geçerek gazete binasına ulaştım. Otoparkımızın kapısına bir servis aracı çekilip, girişlere kapatılmıştı. Oysa buraya bir süre sonra yukarıdan helikopter inecekti. Bana yol verip içeri aldılar, o sırada çevrede olağanüstü bir hareketlilik yaşanıyordu. Güvenlik amirine “Tehlikede miyiz” diye sordum. Dışarıda sivil kalabalık olduğunun, içeriye girmelerini engellemek için tedbir aldıklarını söyledi. Kolay gelsin diyerek yazı işlerine doğru yürüdüm.
Yazı işlerindekiler beni görünce biraz şaşkınca “nasıl geldin” diye sormaktan kendilerini alamadılar. Çünkü haber verip çağırdıkları diğer arkadaşlar, trafikteki problemden dolayı gazeteye gelememişlerdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde askeri kalkışmanın boyutları gittikçe artıyordu. Yazı işleri katındaki ekranlardan bu gelişmeleri takip ederken, diğer taraftan kendi sayfalarımızı hazırlama telaşı içindeydik. Gecenin geç vakitlerinde telaşımız ikiye katlandı. Dışarıda olağanüstü hareketlenmeler yaşanıyordu. Kalabalıklar gazete binasının etrafında dalgalanmaktaydı. O sırada açık otoparka helikopterle inen darbeci askerler gazete girişini arıyordu. Bizim yazı işlerinde koşturmalar başladı, sonra alt kattan haykırmalar duyuldu. Yazı işlerinden bir ses: “Arkadaşlar bir araya toplanalım” diyordu. Ben dışardaki sivillerin bina içine girdiğini düşünüyordum. Aşağıdan gelen sesin geldiği yere baktığımda eli silahlı bir askeri gördüm. Mesele anlaşılmıştı, asker bizi toplamak için gelmişti.
Şimdi yemekhane katındayız. Genç bir yüzbaşı ve üç askerin silahları üzerimize doğrultulmuş biçimde sıralanıyoruz. Yazarlarımızdan biri yüzbaşıyla konuşuyor, fakat yüzbaşı onu dinlemiyor “Can güvenliğiniz için sizi bir yere kapayacağız, reviriniz olabilir” diyor. O sırada yan yana dizilmiş grubun bana göre diğer ucunda bir hareketlenme oluyor. Gazetecilik refleksi olsa gerek, bir arkadaş galiba cep telefonu ile canlı yayında. Askerler “Dur çekme, kapa onu” diyerek o tarafa yöneliyorlar. Karışıklık oluyor, gürültü patırtı, tartışmalar derken askerler grubun diğer ucunda bizimle göz temasını yitiriyorlar. Fırsat bu fırsat diyerek kendimi merdivenlerden kapalı otoparka doğru atıyorum. Yanımdaki arkadaşım Sertaç da aynı hareketi yapıyor. İkimizde kapalı otoparka birlikte giriyoruz. Hedefimiz karşıdaki yaya çıkışı, ben depara kalkıyorum ama o anda olduğum yerde kalıyorum. Sağ bacağım iptal vaziyette, kramp girdiğini düşünüyorum. Bu sırada Sertaç yaya kapısından geri dönüyor. “Abi kapı kapalı” diyerek geldiğimiz kapıdan geri dışarı çıkıyor.
Ben otoparkın ortasında duruyorum. Bacak ağrım tavan yapmış durumda. O sırada ilerdeki araçların arkasında iki kişi görüyorum. Topallayarak yanlarına gidiyorum, ikisi de ulaştırma görevlisi ve olaylardan hiç haberleri yok. Onlara olanları anlatıyorum: “Abi araçlara girip gizlenelim” diyor. İkisi birlikte bir araca giriyor: “Sen de şuna bin” diyerek yandaki aracı gösteriyorlar. Aracın içinde bacağıma masaj yapmaya çalışıyorum ama bacakta tık yok. Cep telefonumu sessize alıyorum, askerler arama yaparken ses çıkarmasın istiyorum. Tedbirli olmak gerek diye düşünürken göz ucuyla da kapıyı gözlüyorum.
Epey bir süre geçti ve bu süre içinde tek bir asker arama düşüncesiyle otoparka inmedi. Fakat ulaştırma elemanlarından biri sürekli kapıya gözleme amacıyla gidip geldi. Sonra dayanamadı: “Ben gidiyorum arkadaş, şeker hastasıyım, ilaç almam gerek” diyerek otoparktan çıkıp gitti. Aradan biraz daha zaman geçmişti ki otoparka inen Mustafa abi ve Emre’yi gördüm. Topallayarak yanlarına gittim: “Ben askerden kaçtım siz ne yapıyorsunuz, gelin saklanalım” dedim. Mustafa abi “Biz de kaçtık” dedi ve aracına bindi. Sonra gelmesi için Emre’ye seslendi, fakat Emre cep telefonuyla meşguldü. “Abi ben canlı yayındayım, bir milyon takipçi var şu an” dedi. “Mustafa abi ben geleyim, aracım otoparkta, beni oraya kadar bırakır mısın” dedim. Atla dedi ve kapıya doğru yöneldik.
Kapalı otoparkın otomatik olan kapısı ağır ağır açılmaya başladı. Çıkış yapacağımız rampanın ucunda koşturan askerler belirdi. İçimden “Eyvah şimdi yandık” dedim. Rampadan açık oto parka doğru döndük, hayret hiçbir asker bizimle ilgilenmiyordu. O sırada binanın etrafındaki halkın engelleri aşıp içeri girmeye çalıştığından hiç haberim yoktu. Askerler TEM tarafından gelecek olanlara karşı araçların arkasına mevzileniyorlardı.
Mustafa abi beni aracımın yanında beni indirdi. Zorlukla aracıma binip çıkışa yöneldim. Dışarıda toplanan sivil kalabalık bütün yolu kaplıyordu. Mustafa abinin aracı dışarıda park halinde duruyordu. Aracın içinde Sertaç’ı fark ettim. Aynı tarafta oturduğumuz için onu aracıma çağırdım. Yanında başka servisten tanımadığımız biri daha vardı. Ben de gelebilir miyim dedi. Onu da araca alıp yola çıktık. Ancak bacağımdan ayağıma kadar gelen ağrı yüzünden, gaz ve fren pedallarına basmakta güçlük çekiyordum.
TEM Mahmutbey gişelerine geldiğimizde buranın çöp kamyonlarıyla kapalı olduğunu gördük. Geri yaptım, yollara ters gitmek dahil her türlü kuralsızlık içinde Halkalı yoluna çıkabildim. Arka yollardan Küçükçekmece’ye giden yolu ararken, üzerimizden F-16’lar uçuyordu. Ses duvarını aştıklarından haberimiz olmadığı için, duyduğumuz patlamalarla bir yerlerin bombalandığını konuşuyorduk. Hatta ilk patlamada aracımın açık camından gelen basıncı bile hissetmiştim. Korkuyla camları kapatıp, tepemize her an bir bomba düşer korkusuyla Küçükçekmece’ye ulaştık. Daha önce Sertaç eşini arayıp diğer arkadaş için yatak hazırlamasını istemişti. Sertaç ve diğer arkadaş araçtan inip eve doğru yöneldiler. Gün ağarmış, saat sabahın beşi olmuştu. Ben Küçükçekmece köprüsünü geçip Avcılar yönüne doğru gazladım.
Bu sırada Sertaç, hayatta ilk kez karşılaştığı misafiriyle evine girdi. Eşi ve üç yaşındaki kızı onu sevinçle karşılayıp boynuna sarıldılar. Gece boyu uçan uçak gürültüsünden korkuya kapılan kızı hiç uyuyamamıştı. Babasını gördüğüne çok sevinmişti. Sertaç misafiriyle salona geçip oturdu. Eşi ve kızı az sonra peşlerinden salona girdiler. Kızının elindeki tabakta küçük bir pasta dilimi ve üstünde yanan bir mum vardı. “Mutlu yıllar babacığım” diyerek tabağı babasına uzattı. Sabah saatin beşiydi, takvimler on altı temmuzu gösteriyordu. On altı temmuzda Sertaç doğmuştu ve bugün hayatının en inanılmaz doğum gününü kutluyordu.