Saray Sinema'sı balkonu. En sağ alt köşede oturan sinema sahibi Faik Yalçın |
Salonu ve
locaları tahta sandalyeli, balkonu yumuşak sinema koltuklu ve son sıra duvarı
dayalı otobüsten sökülme turizm kokan koltuklarıyla Saray sineması, yıllarca
kasabanın tek kültür merkezi oldu. Ayrıca düğün
salonu olarak da yıllarca hizmet verdi.
Kasabanın ilk sineması cadde üzerindeki Büyük
Sinemaydı. Yerli yabancı filmler oynatır, avantür filmlerin çıkışında
artistlere özenir ufak tefek kavgalar da yapardık. Bu sinemayı görmeden birkaç
yıl önce namını duymuştum. Kasabaya yakın bir köyde öğretmenlik yapan babam,
ilk okul dört ve beşinci sınıf öğrencilerini bu sinemaya getirmişti. Fakat film
gösterim esnasında ufak bir deprem olmuş, sinemanın asma makinist katı ve onu
taşıyan duvar göçmüştü. Makinistten başka yaralanan olmamıştı. Bu olayı köye
dönen öğrenciler heyecanla anlatıyorlardı. Takip eden günler içinde bu defa
sinema ilkokul çocuklarının ayağına geldi. Gösterilecek filme köydeki
yetişkinler de davetliydi. Ben de filmi izlemek için okuldaki en büyük sınıfta
yerimi aldım. Ancak fazla izleyemedim. Filmde hastalar, doktorlar, iğne yapılan
insanlar, yataklarda hastalar ve mezarlıklar vardı. Korkup dışarı kaçtım, film
hiç bana göre değildi. Çünkü Türkiye’de yer yer kolera olayları görüldüğü için,
koleradan korunma yollarını anlatan belgeseldi bu. Devlet bu filmleri
hazırlatmış, köy köy kasaba kasaba vatandaşa gösteriyordu.
Neyse ki kasabaya taşındığımızda farklı film
izleme lüksüne kavuşmuş olduk. Siyah beyaz başlayan DYO’nun reklam çizgi filmi
beni büyülemişti. Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu filmi bütün kasaba çocuklarını
coşturmuştu. Malkoçoğlu zindana atılmıştır, biri ona yiyecek ekmek uzatır.
Sinemadaki çocuklar hep bir ağızdan bağırır: “Çerkez kömbesi”. Sonra Malkoçoğlu
mızrakları tek tek kuleye saplıyor ve taklalar atarak surlara çıkıyordu. En çok
sevdiğimiz artist, en çok takla atandı. Yılmaz Köksal, İrfan Atasoy, Levent
Çakır favorilerimizdendi.
Kasabada taşındığımız ev Saray Sineması’nın
yanındaydı. Ben ne zaman film oynayacak diye beklerken bir pazar günü sinemadan
gelen davul sesini duyduk. Beraber oynadığımız arkadaşlarım “Düğün var,
gidelim” diyerek sinemadan içeri daldık. Sinemanın duvarları üç sıra asılmış
afişlerle doluydu. Bunlar sinema kapanmadan önce asılıp toplanmayan afişlerdi.
Bunların hemen hepsi eski ve elle hazırlanan afişlerdi. Ben büyük bir heyecanla
afişleri incelemeye başladım. Çizim oldukları için daha da ilgimi çekmişti.
Aklımda kalan afiş eli silahlı maskeli adam ve fonda patlayan teknenin
bulunduğu sarı kırmızı afişti.
Ayakta soyda Hayri ve Feyzi, oturan makinist Yasin (Topal), Kör Yılmaz. Büyük Sinema'nın çalışanları. |
Yine sokakta olduğumuz bir gün Büyük Sinema’nın
kapandığını, Saray Sineması’nın açılacağını duyduk. Büyük Sinema’nın
sandalyeleri Saray Sineması’na taşınacak, taşıyanlar da akşam bedava film
izleyecekti. Abimle birlikte mahallenin
bütün çocukları kolları sıvadık ve azimle sandalyeleri taşıma işine giriştik.
İşlem bitince bize birer bilet verildi, “akşam gelin, sinemaya girin” denildi.
Akşam olup da sinema vakti gelince abimle beraber sinemaya gittik. Biletçi
Feyzi abi, babamın arkadaşı ve bizi tanıyor. Abim biletleri Feyzi abiye uzattı:
”Feyzi abi biz sandalye taşıdık” dedi. Demez olaydı, Feyzi abi bizi bulunduğu
bölüme davet etti. Girdik yanına o yerinden kalktı bir tane abime, bir tane de
bana çaktı: “Ulan Hikmet abinin çocukları sandalyemi taşır, bir daha
duymayayım” dedi. Biz şişmiş yanaklarla Saray Sineması’ndaki ilk filmimizi
izledik.
Sinemanın makinisti Büyük Sinema’dan transfer
edilmişti. Nam-ı değer: “Topal”. Büyük Sinema depreminde, çöken makinist
dairesinde enkaz altında kalıp bacağı kırılmış ve tedavi görmüş, ancak topal
kalmıştı. Sinema makinistliği sabır işiydi. Çünkü kasabaya gelen filmler
genellikle eski ve yıpranmış olduğu için sık sık kopardı. Koptuğu anda bütün
sinema ıslık, küfür, “Topal ayağın mı kaydı” nidalarıyla inlerdi. Topal
makinist bu işi sinema sahibinin çocuklarına devredene kadar sabırla sürdürdü.
Hafta
sonları öğlen matinesinde sinemanın önü filme giren ve girmeyen genç ve
çocuklarla dolardı. Nedendir bilmiyorum sinemaya girenlere bakma gibi bir
zevkleri vardı. Sinemada bayanların yeri balkondu. Salonda duvar dibine sıralanan
gençler filmin öncesi ve film arasında balkondaki kızları keserlerdi. Çocuklar
ellerinde ay çekirdekleri dolu kağıt külahlardaki çekirdekleri çıtlatıp,
kabuklarını yerlere püskürtür, sinema salonunun tabanını görünmez hale
getirirlerdi. Hainlere topluca “yuh” çekilirdi, kahramanın genç kızı kurtarmaya
gelişi ıslıklarla, alkışlarla karşılanırdı. Öpücüklü sahnelerde gençler ah, oh
çekerlerdi.
Solda önde duran Kudret Karadağ, Göksun'lu sinemaseverlerin Mustafa'sı, dayak yerken bile alkış alırdı. En sağda Erol Taş, Ramon rolünde. |
Sinemada gösterilen filmlerin biz mahalle
çocuklarının oyun tarzlarına etkisi büyüktü. Erol Taş Maskeli Beşler filminde
Meksikalı Ramon rolündeydi. Karakter mahallemiz çocuk topluluğunda hemen tuttu.
Sinemacının oğlu Faik, Ramon karakterine sahip çıktı. Mahallenin duvarlarında
“R” harfi görmeye başladık. Bu Ramon’un işaretiydi, sinemanın balkonuna bile
tebeşirle Ramon yazmıştı. Filmlerdeki başrol oyuncusunun yanındaki komik
karakterler de çok tutulurdu. Yan tipler genellikle komiklik yaptıkları için,
bizim kasabanın çocukları onlara “Geveze” derdi. Oyun sırasında Cüneyt Arkın,
Tamer Yiğit, Yılmaz Köksal olan çocukların arasından “Ben geveziyem” diyen
tiplerde çıkar, komiklik yapmaya çalışırlardı. Savaş filmleri bizi çok
etkilerdi. Ara sıra başka mahallenin çocuklarına savaş ilan edilirdi. Elde
tahta kılıçlar, uzun sopalar mızrak sokak aralarında kovalamacalar başlardı.
Bizim sinema civarı çocuklarının aşağı mahalleye savaş ilan ettiği gün, tahta
kılıçlı askerler ortalıkta koşturmaya başlamıştı. Aşağı mahallenin çocukları
eski postane civarına kadar gelip abimi esir almışlardı. İki çocuk ellerinde
uzun sopaları mızrak gibi tutup, diğer elleriyle abimin kollarından tutup
götürüyorlardı. Ben uçaraktan annemin misafir olduğu eve gittim. “Anne abimi
esir aldılar, götürüyorlar” diye bağırdım. Annem dışarı fırladı, uzaktan abimi
götürenlere seslendi: “Çabuk bırakın onu”. Çocuklar saf saf cevap verdiler:
“Teyze biz savaştayız, bu esirimiz”. “Savaş mavaş anlamam çabuk bırakın onu”
diye azarlayınca çocuklar abimi bırakıvermişlerdi.
Ah o kovboy filmleri, bizleri mest ederdi.
Naylondan yapılma, uzun namlulu su sıkan kovboy tabancalarımız vardı. Kovboy
kemerimiz yoktu, tabancaları göbekten içeri pantolonumuza sokardık.
Topuklarımızı yere vura vura at gibi koşar, hayali bir barın önünde attan iner
gibi yapar, bar kapısını iki elimizle açıp içeri girerdik. Senaryoyu ben yazar
üç çocuk oynardık. Hayali düellolar, banka soymalar, yumruk yumruğa kavgalar,
hapse atmalar, hapisten kaçmaları canlandırırdık.
Uzay filmi izlediğimizde bir ağacı uzay gemimiz
yapar, dallarına çıkıp uçururduk. “Dikkat et sağında bir uzay gemisi geliyor,
ateş”. Dut ağacına çıkıp kendimizi uzayda buluyorduk. Kayalıklara tırmanan
Tarzan’ı izleyince biz de tırmanacak bir yer arıyorduk. Kasabanın ortasındaki
su deposu olarak kullanılan höyük tırmanmak için ideal bir yerdi. Ellerimizle
höyüğün yumuşacık toprağını oyup yukarı tırmanmaya çalışıyorduk. Bir başka
Tarzan filmi: “Tarzan’ın Zaferi”. Eski olimpiyat yüzme şampiyonu Johnny Weissmüller
oynuyor. Oynamıyor aslında hep yüzüyor, yükseklerden balıklama atlayıp
duruyorlar. Soluğu kasabanın civarındaki derelerde alıyoruz. Törbüzek
köprüsünden Tarzan gibi balıklama atlıyoruz suya. Törbüzek kesmiyor, Ümmüsün ve
Kömür sularında yüksek yerler bulup atlıyoruz suya.
Evlerde sinema muhabbeti bitmiyor. Annem “Senede
Bir Gün” filmini anlatıyor, dinleyenlerle birlikte her seferinde gözleri
yaşarıyor. İlkokul ikideki arkadaşım Suzan Avcı’ya aşık olduğunu ilan ediyor.
Yılmaz Güney ciddi adam kategorisinde bir numara olarak anılıyor. Halamın kızı
Cüneyt Arkın hayranıyken Tarık Akan beliriyor ve ibre ona dönüyor.
Bu sırada bizim Ramon aynı mahalleden bir çocuğa
savaş ilan etti. Savaş günü kararlaştırıldı ve savaş toplantısında bana da
casus olarak düşmandan bilgi toplamam istenmişti. Filmlerdeki hangi karakter
olduğunu hatırlamıyorum ama hemen kabul ettim. Fakat savaş gününden önce
köyümüze gittik, döndüğümüzde ben rolümü oynayamadan savaş yapılmış, bitmişti.
Saray Sineması’nın film oynatma ve düğün dışı
aktiviteleri de vardı. Tiyatro kumpanyaları, sihirbazlık gösterileri ve
konserlere de ev sahipliği yapardı. Hatırladığım en meşhur konser Arif Sami
Toker’e aitti. Kasabaya gelen en kaliteli konser kumpanyasıydı. İki gece de
salon tıklım tıklım doluydu. Salonda gösteri yapan tiyatro kumpanyaları da önce
komedi sonra dram oynarlardı. Sihirbaz da salonu doldururdu.
Bütün gösteriler kasaba meydanına konan
‘kartela’dan duyurulurdu. Kartela ikişer sıra halinde dört afişin asılacağı
boyda, taşınabilir tahtalardan oluşturulmuş bir panoydu. Kartelanın alt
sırasına iki film oynatılıyorsa iki farklı afiş, üst tarafa film fotoları
asılırdı. Tek film ise aynı afişten iki tane yan yana raptiyeyle tutturulurdu.
Kartela bir ara kasabanın içinde sırtta taşınırdı. Kasabanın sokaklarında
kartelayı taşıyan kişi bağırarak filmin tanıtımını yapardı. Mahallenin
çocukları da kartelanın arkasına takılıp sokak sokak gezerlerdi. Sonra film kartelası
kasabanın tam ortasındaki elektrik direğine tutturulurdu. Kartela arkasını
adliye binasına verip, karşısındaki camiye ve yan tarafındaki Atatürk heykeline
bakardı. Çocuklar kartelanın etrafına toplanıp fotolara bakıp film hakkında
yorumlar yaparlardı.
Başrol oyuncuları her ne kadar çocukların
favorisi olsa da kötü adam rollerine çıkan Kudret Karadağ’a karşı nedense özel
bir sempatileri vardı. Mustafa adını takmışlardı, dayak yerken bile “Mustafa”
diye onu alkışlıyorlardı. Süheyl Eğriboz’da kumpanyasıyla geldi geçti,
sinemacının oğlu Faik’le verdiği poz yıllarca sinemanın bilet gişesinde asılı
kaldı.
Ve 90’lı yılların sonunda kasabamıza renk katan
Saray Sineması, Türkiye’nin diğer şehir ve kasabalarındaki kardeşleri gibi zamana
direnemedi, kapılarını seyirciye kapatmak zorunda kaldı.
M. Faruk Kutlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder