15 Temmuz akşamı evdeyim, cep telefonum çaldı; başıma gelecekleri bilseydim
belki hiç açmazdım. Ama arayan abim, Ankara’dan arıyordu: “Televizyon kanalları
boğaz köprüsünde yolu kesen askerleri gösteriyor, sence ne oluyor?” Gazetede
çalışan biri olarak benim olaydan haberim olacağını zannediyordu. Bağlantı
doğruydu, ama ben spor kanalında olduğum için dünyadan haberim yoktu. Hemen
haber kanalını tuşladım. Evet tanklar ve askerler köprüyü tek taraflı
kapatmışlardı.
Abim için doğru haberi bulmak üzeri harekete geçtim. Gececi arkadaşım
Reis’i aradım. Reis “gazetede değil evdeyim, haberim yok valla” dedi. Gazeteden
Sebastian’ı aradım, “henüz net bir bilgi alamadık” şeklinde cevap verdi. Aynı
cevabı abime iletip telefonu kapatmıştım ki Sebastian arıyordu: “Abi gazeteye
gelebilir misin, ortalık karıştı”.
Araç gönderemedikleri için kendi aracımla yola çıktım. Beylikdüzü’nden
çıkan Avcılar’dan geri dönermiş. Avcılar yokuşundan çıkıyordum ki sanki ters
yöne girmişim gibi araçlar üzerime geliyordu. Kafa kafaya geldiğim sürücüye ne
olduğunu sormadan: “Abi trafik kilit, geri dön” diyor. Nereden bileceğim
Atatürk Havalimanı’na çıkan bütün yollar kapatılmış. Mecbur yolumu değiştirip,
Esenyurt’a yöneldim. Gözüm yolda, kulağım radyoda gidiyorum. O sırada
Cumhurbaşkanı Erdoğan canlı yayında, kalkışma olduğunu ve halka sokağa
çıkmalarını söylüyordu. Esenyurt’a geldiğim de halk çoktan sokağa çıkmış,
bayraklar açıp yürümekteydi.
Kapatılmış yollar, bayraklarla sokaklardaki araç konvoylarının arasından
geçerek gazete binasına ulaştım. Otoparkımızın kapısına bir servis aracı çekilip,
girişlere kapatılmıştı. Oysa buraya bir süre sonra yukarıdan helikopter
inecekti. Bana yol verip içeri aldılar, o sırada çevrede olağanüstü bir
hareketlilik yaşanıyordu. Güvenlik amirine “Tehlikede miyiz” diye sordum.
Dışarıda sivil kalabalık olduğunun, içeriye girmelerini engellemek için tedbir
aldıklarını söyledi. Kolay gelsin diyerek yazı işlerine doğru yürüdüm.
Yazı işlerindekiler beni görünce biraz şaşkınca “nasıl geldin” diye
sormaktan kendilerini alamadılar. Çünkü haber verip çağırdıkları diğer
arkadaşlar, trafikteki problemden dolayı gazeteye gelememişlerdi. Gecenin
ilerleyen saatlerinde askeri kalkışmanın boyutları gittikçe artıyordu. Yazı
işleri katındaki ekranlardan bu gelişmeleri takip ederken, diğer taraftan kendi
sayfalarımızı hazırlama telaşı içindeydik. Gecenin geç vakitlerinde telaşımız
ikiye katlandı. Dışarıda olağanüstü hareketlenmeler yaşanıyordu. Kalabalıklar
gazete binasının etrafında dalgalanmaktaydı. O sırada açık otoparka
helikopterle inen darbeci askerler gazete girişini arıyordu. Bizim yazı
işlerinde koşturmalar başladı, sonra alt kattan haykırmalar duyuldu. Yazı
işlerinden bir ses: “Arkadaşlar bir araya toplanalım” diyordu. Ben dışardaki
sivillerin bina içine girdiğini düşünüyordum. Aşağıdan gelen sesin geldiği yere
baktığımda eli silahlı bir askeri gördüm. Mesele anlaşılmıştı, asker bizi toplamak
için gelmişti.
Şimdi yemekhane katındayız. Genç bir yüzbaşı ve üç askerin silahları
üzerimize doğrultulmuş biçimde sıralanıyoruz. Yazarlarımızdan biri yüzbaşıyla
konuşuyor, fakat yüzbaşı onu dinlemiyor “Can güvenliğiniz için sizi bir yere
kapayacağız, reviriniz olabilir” diyor. O sırada yan yana dizilmiş grubun bana
göre diğer ucunda bir hareketlenme oluyor. Gazetecilik refleksi olsa gerek, bir
arkadaş galiba cep telefonu ile canlı yayında. Askerler “Dur çekme, kapa onu”
diyerek o tarafa yöneliyorlar. Karışıklık oluyor, gürültü patırtı, tartışmalar
derken askerler grubun diğer ucunda bizimle göz temasını yitiriyorlar. Fırsat
bu fırsat diyerek kendimi merdivenlerden kapalı otoparka doğru atıyorum.
Yanımdaki arkadaşım Sertaç da aynı hareketi yapıyor. İkimizde kapalı otoparka
birlikte giriyoruz. Hedefimiz karşıdaki yaya çıkışı, ben depara kalkıyorum ama
o anda olduğum yerde kalıyorum. Sağ bacağım iptal vaziyette, kramp girdiğini
düşünüyorum. Bu sırada Sertaç yaya kapısından geri dönüyor. “Abi kapı kapalı”
diyerek geldiğimiz kapıdan geri dışarı çıkıyor.
Ben otoparkın ortasında duruyorum. Bacak ağrım tavan yapmış durumda. O
sırada ilerdeki araçların arkasında iki kişi görüyorum. Topallayarak yanlarına
gidiyorum, ikisi de ulaştırma görevlisi ve olaylardan hiç haberleri yok. Onlara
olanları anlatıyorum: “Abi araçlara girip gizlenelim” diyor. İkisi birlikte bir
araca giriyor: “Sen de şuna bin” diyerek yandaki aracı gösteriyorlar. Aracın
içinde bacağıma masaj yapmaya çalışıyorum ama bacakta tık yok. Cep telefonumu sessize
alıyorum, askerler arama yaparken ses çıkarmasın istiyorum. Tedbirli olmak
gerek diye düşünürken göz ucuyla da kapıyı gözlüyorum.
Epey bir süre geçti ve bu süre içinde tek bir asker arama düşüncesiyle
otoparka inmedi. Fakat ulaştırma elemanlarından biri sürekli kapıya gözleme
amacıyla gidip geldi. Sonra dayanamadı: “Ben gidiyorum arkadaş, şeker
hastasıyım, ilaç almam gerek” diyerek otoparktan çıkıp gitti. Aradan biraz daha
zaman geçmişti ki otoparka inen Mustafa abi ve Emre’yi gördüm. Topallayarak
yanlarına gittim: “Ben askerden kaçtım siz ne yapıyorsunuz, gelin saklanalım”
dedim. Mustafa abi “Biz de kaçtık” dedi ve aracına bindi. Sonra gelmesi için
Emre’ye seslendi, fakat Emre cep telefonuyla meşguldü. “Abi ben canlı
yayındayım, bir milyon takipçi var şu an” dedi. “Mustafa abi ben geleyim,
aracım otoparkta, beni oraya kadar bırakır mısın” dedim. Atla dedi ve kapıya
doğru yöneldik.
Kapalı otoparkın otomatik olan kapısı ağır ağır açılmaya başladı. Çıkış
yapacağımız rampanın ucunda koşturan askerler belirdi. İçimden “Eyvah şimdi
yandık” dedim. Rampadan açık oto parka doğru döndük, hayret hiçbir asker
bizimle ilgilenmiyordu. O sırada binanın etrafındaki halkın engelleri aşıp
içeri girmeye çalıştığından hiç haberim yoktu. Askerler TEM tarafından gelecek
olanlara karşı araçların arkasına mevzileniyorlardı.
Mustafa abi beni aracımın yanında beni indirdi. Zorlukla aracıma binip
çıkışa yöneldim. Dışarıda toplanan sivil kalabalık bütün yolu kaplıyordu.
Mustafa abinin aracı dışarıda park halinde duruyordu. Aracın içinde Sertaç’ı fark
ettim. Aynı tarafta oturduğumuz için onu aracıma çağırdım. Yanında başka
servisten tanımadığımız biri daha vardı. Ben de gelebilir miyim dedi. Onu da
araca alıp yola çıktık. Ancak bacağımdan ayağıma kadar gelen ağrı yüzünden, gaz
ve fren pedallarına basmakta güçlük çekiyordum.
TEM Mahmutbey gişelerine geldiğimizde buranın çöp kamyonlarıyla kapalı
olduğunu gördük. Geri yaptım, yollara ters gitmek dahil her türlü kuralsızlık
içinde Halkalı yoluna çıkabildim. Arka yollardan Küçükçekmece’ye giden yolu ararken,
üzerimizden F-16’lar uçuyordu. Ses duvarını aştıklarından haberimiz olmadığı
için, duyduğumuz patlamalarla bir yerlerin bombalandığını konuşuyorduk. Hatta
ilk patlamada aracımın açık camından gelen basıncı bile hissetmiştim. Korkuyla
camları kapatıp, tepemize her an bir bomba düşer korkusuyla Küçükçekmece’ye
ulaştık. Daha önce Sertaç eşini arayıp diğer arkadaş için yatak hazırlamasını
istemişti. Sertaç ve diğer arkadaş araçtan inip eve doğru yöneldiler. Gün
ağarmış, saat sabahın beşi olmuştu. Ben Küçükçekmece köprüsünü geçip Avcılar
yönüne doğru gazladım.
Bu sırada Sertaç, hayatta ilk kez karşılaştığı misafiriyle evine girdi. Eşi
ve üç yaşındaki kızı onu sevinçle karşılayıp boynuna sarıldılar. Gece boyu uçan
uçak gürültüsünden korkuya kapılan kızı hiç uyuyamamıştı. Babasını gördüğüne
çok sevinmişti. Sertaç misafiriyle salona geçip oturdu. Eşi ve kızı az sonra
peşlerinden salona girdiler. Kızının elindeki tabakta küçük bir pasta dilimi ve
üstünde yanan bir mum vardı. “Mutlu yıllar babacığım” diyerek tabağı babasına
uzattı. Sabah saatin beşiydi, takvimler on altı temmuzu gösteriyordu. On altı
temmuzda Sertaç doğmuştu ve bugün hayatının en inanılmaz doğum gününü kutluyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder